26 Eylül 2009 Cumartesi

Kasap Keseri Sıkı Tutarsa- Kasabian kendi kendine film çevirirse!


Bizim İndieyecamiasının ezelden beri popüler olandan kaçınıp yeni keşif diye sunduğu myspace grupları bir yana dursun(ki myspace'in yasaklanması bu keşif olayını umarım biraz azaltır) ben 3. albümü ile Tarantino sound diyebileceğimiz kıvamda KASABİAN'dan hoş şeyler yaptıklarına dair güzel bir şarkıyı yorumlardan indiregandi yapabilirsiniz.

Where did All the love go? adlı şarkı aslında ülkemiz grupları ve müzisyenleri için güzel bir kompozisyon ödevi olabilir. ÖZellikle 2:45'den sonra ki değişimi ülkemde yapabilecek adam sayısı pek yok.Bir zamanlar İlhan İrem yapıyordu ve ilginç olabiliyordu.Ama buna dikkat edin dememin nedeni üzerinde fazla uğraşıldığını belli eden değişken yapısı ve son zamanlarda Muse'un yeni albümünde ki "United States of Eurasia" saçmalığına benzer bir oryantel değişimin yer verilmesi. Yine Kasabian altından çıkmış sayılır. Bir çok sample ve pad kullanıldığı belli olan şarkının yapım aşamasında yanlarında olmak isterdim. Acaba canlı çalınca bir boka benziyor mu bu parça? Yoksa bir arkadaşım dediği gibi : "KAsabian'ı canlı izledim bir boka benzemiyor! mu?
Where did All the love go? şarkısı Arthur Rimbaud'un "Cehennemde Bir Mevsim" şiiri ile pek leziz gidiyor söylemesi.

25 Eylül 2009 Cuma

Bir Julian Eksikti-11th Dimension

The Strokes'un tüm ahali üyeleri solo albüm yaparda Julian boş durur mu! Durmuyordu pek tabii ama zaman zaman boş dursa daha iyi olur bile denebiliyordu. Her ne kadar Danger Mouse's new project Dark Night Of The Soul da Sparklehorse gitarlarına "Little girl" diyerek eşlik etmiş bence albümün en kral şarkısına can vermişti. Ki o proje hakkında bir tanıtım yazamadım hala. Neyse ki Julian yeni albümü ile kritik kusurumu kapatıp yorumlar kısmına eklediğim 11th Dimension i sizlere fırlatıyor. Julian doğru yolda gibi görünüyor gözüme.Hadi hayırlısı...

18 Eylül 2009 Cuma

Robbie Williams-Bodies- Pop Star'ın Sönmüş Yıldızları


"Trevor Horn" ara sıra saçmalasada genel olarak sevdiğim bir prodüktördür. Sonuçta "YES" in "90125" gibi bir albümde eli-kolu-birikimi-her bir şeyi var. Tabii el attığı işlerden Marc Almond ve Pet Shop Boys hatta Grace Jones aklımda olan bazıları. Daha önce bazı yamuklarına şahit olduk ve Robbie Williams'ın geri dönüşünün bu denli sönük bir çalışma (Bodies) ile olacağını bilemezdik.Sonuçta Robbie "Me and my Monkey" gibi bir parça yazmış. Ama geri dönüşü pek bir sönük pek bir klişe geldi bana. Ölüsü satar mı yoksa kendi star mı bilmem ama bu single Robbie nin bittiği andır!
Önemsiz not: Aynı isimli (bodies) adlı bir Sex pistols (suede coverı da vardırr) bir de smashing pumpkins şarkısıda mevcuttur.Tavsiye edilir.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Geç olsun Ama Güç olmasın

Doğruyu söylemek gerekirse yazdığım çoğu kritiği fazlasıyla toy bulan biriyim. Bunun nedeni kritiğini yaptığım gruplar hakkında bilgilerimin eksik olduğundan değil de müziğin derinliğine, sosyolojisine ve psikolojisine derinlemesine inememem diye düşünüyorum. Türkiye’de hatta dünyada bunu iyi yapabilen kişi sayısı kaçtır onu da bilmiyorum. Sadece kendimize ait bir anlatım dili oluşturma çabasını güderek kritik yapmaya çalışıyoruz. Çoğu kritik prof. ve amatör müzik yazarı kısır kritikler yazıyor. Bu yüzden eğitici ve öğretici yanları pek yok. Bununda belli nedenleri var. İlk başta iyi bir dinleyici olamamak ve birçok şeye önyargılı yaklaşmamız. Müzik teknolojisinden ve müzikal teknik bilgiden yoksun olmak ayrı bir eksikliğimiz. Onun dışında taraf tutmak ve senin ki benimkini döver hodbinliğine girişmekte bunlara eklenebilir. Klasik müzik dinleyen adam Türk sanat müziğine tepeden bakma lüksüne sahip değil. Aynı zamanda indie ya da progressive dinleyen biri Serdar Ortaç dinleyen birini küçümseme haddini nereden alır bilinmez. Sonuçta her müzik kendi döneminde farklı bir tarihi yaşarken olgunlaşıyor. Dönemin inançları, yaşam koşulları, insanları, modası, tümüyle sanatı ve siyaseti ne ise müziğinin biçimi de bundan nasibini alıyor. Aslında sadece bu dediklerimden yola çıkarak 2000li yılların müziğinin ruhunda bir şeylerin eksik olduğunu söyleyebiliriz. Ama 80leri doyasıya yaşamış biri 90lar içinde “ucube bir dönemdi” diyebilir. Bu ihtimalleri yok etmeyecektir. Ya da 60ları yaşayan birinin 70ler hakkında ki söyleyecekleri pek şık olmayabilir. Her dönem kendi içinde değerlendirilmeli ve müzikal tabular yıkılmalı. Mesela Dostoyevski iyi bir yazar ama yoruyor denebilirken Turgenyev bana daha çok hitap ediyor kıvamında müzikal eleştiri yapılabilir. Ama insanoğlu sağduyulu olmayı ve olgun davranmayı ancak yaşı ilerleyince anlıyor. Hatta bazen yaşlanınca bile anlayamıyor. Sözüm ona uzun zamandır geciktirdiğim şeyleri ve ihmal ettiğim bloga yeni kan olarak altta ki kritikleri ekledim. Umarım işinize yarayan şarkılar ve ayrıntıları keşfedersiniz. Kısası ve uzunu ile 22 tane kritik aşağıda sizi bekliyor. Kısa ve uzun olmalarının hiçbir sebebi yok. Kısa kötü, uzun iyi diye bir durum olarak sakın algılamayın derim. Ayrıca 2009 da çıkmış albümlerin kritiği olduğu gibi klasik diyebileceğimiz albümlerden ve müzisyenlerden de kısmen bahsettim. İyi okumalar…


John Frusciante = Şu an dünya üzerinde binlerce gitar virtüözü vardır. Hatta youtube gibi birçok paylaşım sitesinde çok hızlı solo atan, tapping yapan, bir sürü dijital ve analog pedalı deli gibi kullanan, deli tonlar çeken arkadaşlar mevcut. Ve çoğunun yaşı 30’u geçmiyor bile. Ki sadece benim kısır arşivimde 100 civarında Japon virtüöz gitarist albümü var. Buna rağmen onları fark etmemiz için gerekenler yeterli mi?
Açıkçası çoğu virtüözden haz etmem. Hatta böyle albümlere zaman zaman önyargım bile vardır. Sebebi açık. Bunun nedeni çoğunun sadece teknik düzeyde çok iyi olması. Ama işin ruh kısmı! İşte bu noktada tekniği kadar riffleri, gitar çalış tekniği ve besteleri ile yaşayan gitaristler içinde en beğendiklerimden birisi John Frusciante. Stilini kuşkusuz Jimi Hendrix ve Frank Zappa gibi ustalardan beslenmesine borçlu. Üzerine bir çok şeyde eklemiş-görmüş- geçirmiş-yalamış-yutmuş. Eğer Red hot chili papers yoluna Dave Navarro ile devam etseydi muhtemelen bu kadar meşhur olamayacaktı. Ki Dave Navarro da kendi çapında farklı bir stile sahip bir eleman. Ama John Frusciante de daha ruhani bir haleti ruhiye var. Ayrıca iyi bir vokal bile denebilir rahatlıkla. 60ların ve 70lerin folk klasiklerini tek tek çal desen çalabilecek bir repertuara sahip olduğuna eminim. Bunu konserlerde ve şimdiye kadar ki solo albümlerinde bize gösterdi ve örneklerini az çok verdi. 2009 tarihli The Empyrean ‘da ise bir “Tim Buckley” şarkısı olan “Song To The Siren” i coverlayarak bizlere kendini tekrar ispatlıyor. Mesela bir “Tim Buckley” şarkısı olan “Sing a Song For You” yu Radiohead coverlamıştı ama aslına sadık bir şekildeydi her şey. Ama John Frusciante çok daha güzel ve farklı yorumlamış şarkıyı. Onun dışında albüm herkese hitap etmeyecek bir albüm. “Dark/Light” epey sevdiğim bir şarkı bu albümden. Yine son derece güzel bir gitar kullanım dersi niteliğinde “Enough Of Me” diye bir şarkı var albümde. Radyo dostu pek şarkı yok ama “Central” radyoda çalmaya en müsait şarkısı albümün. Bonus şarkılarından “Ah yom” talkbox kullanımı bakımından güzel bir şarkı. Aslına bakılırsa bu albüm bir gitar virtüözünün yaptığı ilahi albümü. Ramazan ayı için güzel olabilir yani. İçsel bir yanı olduğunu söylememe bile gerek yok.Şarkı adlarına ve sıralanışı komple bir hikaye anlatmak istediğini perçinliyor. Albüm kapağı çok hoşuma gitti ayrıca. Ki Ömar Rodriguez Lopez’in 2008 tarihli albüm kapağı da aynı teknikle yapılmış gibi gelmişti bana. Zaten Ömar Rodriguez Lopez ve John Frusciante son derece yakın iki dost. 2009 yapımı The mars volta albümünde de yanılmıyorsam John Frusciante konuk sanatçılardan biri. İşin ilginç tarafı bence dünyanın en iyi iki gitaristinin kanka olması çok ilginç. Ömar Rodriguez Lopez ayrı bir yazı konusu olacak bu arada. Haberiniz olsun.

Cass mccombs = Epey bir zaman önce bu şahsa kulak verilmesi gerektiğini söylemiştim. Özverili ve sabırlı folk dinleyicilerinin sevebileceği bu adam lo-fi ruhuna sahip hoş şarkıları ile güzel bir albüm çıkarmış. Kendisi yolculuk müziği ile yatak odası soundu arasında gidip geliyor. Zaman zaman sıkıcı gibi gözükmesinin sebebi sabır isteyen şarkılar yazmasından olsa gerek. Unbelievable Truth ile Wilco arasında düş kuran Will Oldham diye tarif etsem güzel bir iftar paketi yapmış olur muyum?

Blackbud= İlk albümleri “From The Sky” ile bence güzel bir işe imza atmışlardı. Yeni ya da orijinal diyeceğimiz bir soundları olmamasına rağmen gerçekten Alternatif rock potasında blues (Steal Away) ve hafif klasik rock(Barefoot Dancing) riffleri sıkıştıran hoş bir tandansa sahip pop-rocktan hallice sert bir müzik grubu idi. “Heartbeat” ve “Forever” gibi hit olabilecek radyo dostu şarkıların yanı sıra “158” gibi akıp giden sürükleyici parçaları vardı. Oysa 2009’da kendi adları ile çıkan ikinci albümleri ne hit barındırıyor ne de sürükleyici diyebileceğimiz bir şarkı var maalesef. Mesela “You Can Run” aklımda biraz kaldı. O da Brit pop’un yüzü suyu hürmetine. Bir parça sonra başka bir şey dinlersem onu da unuturum. Albüm genelinde fena değil ama albümü birkaç defa komple çevirmeniz gerek. Bu çağda insanlar öyle pek albümleri tekrar tekrar dinlediği de pek söylenemez. İlgi isteyen ve dinledikçe açılan bir albüm olmasına rağmen ilk albüme göre daha sönük ve heyecandan yoksun bir albüm yapmışlar kanısındayım. İlk albümde yüzüne bakmayan eleştirmenler ikinci albüm ile hiç sallamaz bu grubu. Vokalist bile kurtaramıyor durumu ne yazık ki. Bunu dememin sebebi grubun vokalistini Jeff Buckley’e benzetmeleri. Ama Jeff’in özelliği hit olsun olmasın her parçayı dinletmeyi ve diri tutmayı başaran tutkulu bir sese sahip olması. Bu benzetmelerin yersiz olduğunu ikinci albümde anlıyoruz. Açıkçası Jeff’de ondan önce bir çok kişiye benziyordu. Müzikte benzeyen-benzetilen geyiği hiç bitmeyecek zaten.

Sugar Ray= Hey gidi hey… “Every Morning” i ilk dinlediğimde bu grup “Boyband”lerle taşak geçiyor diye düşünmüştüm. “Mean Machine” dinlediğimde ise hala Barış Manço’nun “Kara Sevda”sı geliyor aklıma sürekli. Biraz daha sert bir şekilde coverı sanki. Weezer’ın klasiği olan “Island In The Sun” ın ilhamını aslında “Under The Sun” dan aldığını ta o zamanlar fark etmiştim. Aradan yıllar geçti her üç gruptan ikisinin dağıldığı bir gezegende Sugar Ray’de dağıldı. Seneler sonra 2009’da tekrar bir araya gelip-albüm yapacağı kimin aklına gelirdi. Üstelik albümde kankam “Rivers Cuomo” (Weezer’ın solisti ve şarkı yazarı) olunca geçmişten günümüze Anadolu diyesim geldi. Hey gidi hey… Sugar Ray’in en azından best of’u arşivde bulunmalı.
Strangelove = Her ne kadar The smiths ekolü diye bir şey var mı bilmesem de The smiths ile daha az seksi Suede karışımı bir gruptu Strangelove. “Love And Other Demons” albümü Brit Rock’un etinden sütünden ve yumurtasından beslenmesinin yanı sıra Patrick Duff gibi bir solistin varlığı ile şerefleniyordu. Ki Patrick Duff pek tanınmasa da başka Patrick-lere müzikal gibi şarkı okuma yeteneğinden esintileri taşıdı denebilir (mi) Ömürleri pek uzun olmasa da albüm başına düşen klasik sayıları(She's Everywhere- Sway- 20th Century Cold- Spiders And Flies) bile arşivde durması için yeterli sebep sayılabilir. Patrick Duff’ın yeni solo albümü çıktı çıkacaktı son durum ne oldu bilmiyorum. Takipte olun derim. Ben iki-üç şarkısını dinlemiştim(dead man singing- spider woman) ve tam benlikti. Ayrıca bu adamın örümceklere bir takıntısı var kesin. Ahanda şuraya yazıyorum.

Jarvis Cocker= 2009 tarihli albümü Angel-A’nın tam bir fiyasko olduğu ile başlayalım. Bunu Pulp külliyatını dinlemiş ve incelemiş biri olarak söylüyorum. Jarvis ne zaman solo olayına girişti ve Fransız bohem şarkıcı edalarına (Zamanını Fransada geçirmesi ve Serge coverı bile buna delalet) bürünse de gerek mizahı gerek şarkılarında ki yoğunluk tek düzeliğe gebe oldu. Bunun sebebi Pulp’un grup Jarvis’in ise grupsuz pekte nazı çekilebilecek bir adam olmayışından kaynaklanıyor olabilir. Ama en kısa ve gerçekçi şey bu adamın artık şarkı yazamadığı- çağa ayak uydurayım derken özgünlüğünü yitirdiği gerçeğidir. Bir yandan Richard Hawley ile birlikte şehirli ozan gözükme çabaları bir yandan Beth Ditto gibi evrimini tamamlayamamış zenci beyaz dilberlerle ortak çalışmaları insana nerede PULP zamanında ki Different Class nerede This is Hardcore albümleri dedirtiyor. Şişman çocuk dışkısına düşüp boğulan zayıf çocuk gibi Angel-A albümü inceldiği yerden kopacak hale geliyor. İnsan en azından “I Spy” da ki gibi Leonard Cohen-cilik yap bari Jarvis diyor olmuyor. Bir “Monday Morning” beklemiyorum ama Jarvis’den çoktan umudu kesip albümü geri dönüşümün huzurlu kollarına yolluyorum. Jarvis Cocker müzik tarihinde albümleri ve şarkılarından çok Michael Jackson’ın ödül aldığı bir törende onu protesto etmek için domalması ile akıllarda kalacak. Jarvis Cocker , Feyk bir bohem ile zorlama bir entel arasında salına dursun Michael Jackson ölümü ile bile Jarvis gibilere ders verir nitelikte.
The Rakes= Bu tarz grupları oldum olası sevmedim. Yüzeysel kritik insanı olma riskine karşılık The Rakes’in 2009 albümü resmen bok gibi bir albüm. Gereksiz bir ses kirliliği. Ankara’da barlarda duman ve kurban çalan gruplar ne kadar sığ ise bu ve bunun gibi İngiliz gruplarda bir o kadar sığ ve arşivdeki yere değmeyen gruplar.

Julian Plenti= İnterpol’ün en fazla bene ve en fazla üne sahip üyesi Paul Blanks uzun zamandır solo çıkaracağının sinyallerini veriyordu. Kimilerine göre aşmış şarkı sözü yazma yeteneği olduğu iddia edilse de şahsen pek bir numarasını görmüş değilim. Baudelaire okumak ayrı onun gibi yazmak ayrı değil mi? Bir iki akustik şarkı ortalarda geziyordu ve ilgimi bile çekmiyordu. Albüm çıktı ve kısmen dinledim. Yine ilgimi çekmedi. Hatta kötü buldum albümü. İnterpol’de çoğu zaman aynı şakayı yapan ve beni bazen çok güldüren bir arkadaşa benzetiyorum. Ama Julian Plenti ile ne gülmek mümkün ne ağlamak. Paul albüme çekilen ilk klipte Johnny Depp’in Secret Window da ki tekinsiz ve hafif dişliyi sıyırmış haline benzese de müzikten çok film sektörüne girebilir kim bilir. Ama Paul’un solo albümü de klipte ki hali de son derece kasıntı ve zorlama. Mahlaslara gerek yok Paul. Güneşi balçıkla sıvayamazsın. Her şeye rağmen Joy Division mirasını yiye yiye bitiremeyen (çok fazla bir miras da yok ortada- Joy Division gereğinden fazla abartılan bir grup sadece) onca grup arasında mesela İnterpol’ü Editors’e tercih ederim. Aslına bakarsan She Wants Revenge de hiç fena değildi. Bu arada ne oldu onlara?!?


Danger Mouse & Sparklehorse = 2009 yapımı bu kolektif proje beni hayli heyecanlandırmıştı. “Dark Night Of The Soul” ın gerçekten karanlık bir albüm olacağını bekliyordum. Ne yazık ki yanıldım. Albümün sürprizi bir zamanlar Nazan Öncel ile çalışmış mühim gitarist Vic Chesnutt bence. Tabii Wayne Coyne ‘nun “Revenge”i ve Julian Casablancas’ın can verdiği “Little Girl”(gitar işçiliğine bittim) ayrıca hoş. Yine güzel işler var albümde misal Dark Night Of The Soul (feat. Vic Chesnutt) gibi. Ya da “Jason Lytle” gibi bir muamma var ama bunlarda yetmiyor. Ortalama bir albüm olarak zihinlerde kalıyor. Kadro olarak ise tam bir hayal kırıklığı. Sparklehorse alacağın olsun koçum.




The Mission= Gothic rock demek belki onları tam anlatmayacak ama ben öyle deyip tarz olayını kısa kesmek istiyorum. “Carved In Sand” albümleri ve hatta birkaç albümü daha arşivde olması gereken unutulan kült gruplardan. Bir ara epey güzel bir şeyler yazmak istiyordum haklarında ama niye vazgeçtim bilmiyorum. Yazarım ama yine yazarım. Bir şartım var!Benim için “Butterfly On A Wheel” i dinlerseniz! İçim bir tuhaf oluyor bu şarkıda- özlemişim vallahi dur bir açıp dinleyim…


Grizzly Bear= 2009’un iyi el işçiliklerinden “Veckatimest” ile ilgili bir kritik yazdığım halde yayınlamamamın bir sebebi var pek tabii. Nereye koyduğumu unutmam! Hard-disk teknolojisi gelişmeye ve büyümeye devam ederken düzensizliğinizde ona paralel büyüyor ve gelişiyorsa vay halinize. Her ne kadar kritiği kayıp etmiş olsam da söyleyeceklerim buradakinden pek farklı olmayacak aslında. Aynı ekipten bazı elemanlar 2008’de Department Of Eagles adı ile “In ear park” adlı albümü kotarmışlardı ama bu albümden zerre keyif almamıştım. “In ear park” ı ne kadar gelişigüzel ve vakit kaybı olarak görüyorsam “Veckatimest” ise tam tersine incelenmesi gereken bir kayıt. Ama bu albümü uzun soluklu yapmaya yetmiyor. Ki albüm zaman zaman Jeff Buckley hissiyatı ile dönüp duruyor. Bunu “All We Ask” parçasında görebilirsiniz. Jeff’in HALLELUJAH coverı dinlenerek yazılmış hissi veriyor.Üstüne belki dream brother hissiyatı ve bol reverb ve kısmi delaylı CORPUS CHRISTI CAROL buğusu. Böyle bir albümde “Two Weeks” gibi bir şarkı onları klasik bir indie grubuna yaklaştırıyor. Ki sıradan bir parçanın üzerine fazla yoğunlaşmalarının dışında bir tadı yok. “Southern Point” ise Calexico gibi folk gruplarını hatırlatıyor. Aslında bana Jeff Buckley bir folk grubu kurmuş da onların şarkılarını dinliyoruz gibi geliyor. En sevdiğim parçaları “Ready, Able” ve keşke bazı parçalarını da böyle sade ve basit düzenleselerdi diyebileceğim “Foreground” oldu. Çünkü 2008’de Nico Muhly’i en iyiler listeme dahil etsem de Grizzly Bear ile işbirliği yapıp klasik müzik kompozisyonları ile besledikleri 4 şarkı (Fine for Now- Cheerleader- Two Weeks- While You Wait for the Others) albümde beni yoran ve sevemediğim şarkılar oldu. Müzik böyle bir şey işte. Bazen üzerine çok titrediğiniz ve yoğunlaştığınız şeyler siz fark etmeden sizin istediğiniz sonuçlardan uzakta bir yerde seyredebilir. Şahsi fikrim şarkı nereye gitmek istiyorsa oraya doğru gitmesine izin vermek ve bazı şeyleri çok seslilik ile değil de sessizlik ile anlatmak. Sadelikte lâtif bir hal her zaman bulunur lakin.


The XX= Yeni bir piçforkmedia mahsülü. Anlamadığım şeyler insanların yeni gruplara biçtikleri tarz ve tavır bazen şuur kaybına neden olacak cinsten. Misal “Blindfold” diye bir yeni grup var. Bunu Radiohead’ e benzetmişler. Şimdi müzik dergilerinin ve bu sektörün nasıl çalıştığını az çok biliyorum da bu kadar abartmaya gerek yok. Etiketlemenin de bir vicdanı bir muhasebesi olur sevgilim. Şimdi The XX’de 20 yaşında gençlerden oluşan pop grubu. Kimi dream-pop diyor felan filan. O geyiklere hiç girmeyeceğim. Bence pop-rock grubu. Hatta en radyo dostundan. Dinlenilebilir olduğundan güzelmiş hissi veren parçaları var. Bir Türk grubu aynı parçaları yazsın bir müzik yazarı dönüp bakmaz ama bu çocukları hemen çok iyiler- gelecek vaat eden müzik moduna ikamet etmişler. Oysa ki Death Cab for Cutie ‘nun 2000’de çıkardığı “Transatlanticism” albümü ile My Morning Jacket’in “Z” albümünden “Dondante” nin seyretilmiş hüznünden oluşan parçaları var. Muhtemelen üçüncü albüme gelmeden dağılacaklar ya da unutulacaklar.


Washed Out= Bu da yeni bir grup yeni bir kişisel proje. Albüm kapakları- tonlar ve müziğine toptan bakınca tam damak tadıma uygun bir şey olduğunu anladığım bir iş oldu Washed Out. Özellikle’de bir arkadaşın blog’un da “Belong”u dinleyince aklıma Madonna’nın İspanyol soslu şu an aklıma gelmeyen klasiğinin FAD GADGET synthesizerlarının daha dinlenilebilir şekilde kullanımından elde edildiğini söyleyebilirim.(Ki FAD GADGET bence Patrick Wolf’un genel karmaşık ve zorlayacı şarkı altyapıları için daha güzel bir tanım olabilirdi hatta The Bachelor’da sözünü etmeyi unutmuştum)Misal M83 ‘ün “We Own The Sky” ı beni ne kadar etkilediyse Washed Out’un o içi açan umutlu chili hali beni daha keyiflendirdi. Ağustos-Eylül arası müziği yapıyor bile denebilir.




The Durutti Column= Gruptan yeni bir olay gibi bahsetmeyeceğim ama tavsiye olarak salık vereceğim. Özellikle 2003 tarihli “Someone elses party” albümünü arşivinize mutluka ekleyin derim. Bir ara en sevdiğim albümleri yıllara göre düzenleyebilirsem 2000lerde ki muazzam bir ruh cümbüşü diyebilirim bu albüm için. Özellikle her dinlediğimde beni çarmıha geren “Spanish lament” ve albümün klasiği “Requiem for my mother” dinlemeden geçilmemeli.



Beach House= Daha öncede kısmen bahsetmiştim. Ben pek hareketli parçalardan haz almam. Her ne kadar nerede hareket orada bereket deseler de ben kendi halinde usul usul takılan parçaları daha çok severim. İddiasız olmak en büyük iddiadır belki de. Beach House’da üzerine daha önce kritik yazıp nereye koyduğumu unuttuğum gruplardan. Tam hatırlamıyorum ama sanırım ilk kez “Gila” adlı şarkılarını dinlemiştim. Bir dream pop grubu Rihanna’nın “Umbrella” sını daha folk şekilde coverlarsa böyle bir şey çıkardı diye düşünmedim de değil. Keza ikinci dünya savaşında yıkılmış bir evin kolonları arasına sıkışmış bir gramofondan gelen şarkı izlenimi veren “Auburn and Ivory” sanırım Beach House müziğini geçmişten ve hüzünlü hatıralardan aldığından olsa gerek insanda hücre yaşlanmasını aktive edici özelliğe bile itebiliyor. “Rhodes” ve “Hammond” klavye tonlarını bol bol kullanıp benden bol bol puan alsalar da onların bu durgun ve dingin hali belli süreden sonra insanda uyuşukluk hissi veriyor. Müziklerinde ki bu bezgin ve baygın hal açıkçası bazen hiç çekilmiyor. Müziklerinin insanı çektiği doğru olsada…


Manga= İlk klipleri “Dünyanın sonuna doğmuşum” u görünce aklıma İncubus’un TALK SHOW'S ON MULE adlı şarkısı ve klibi geldi. Dedim ki elin oğlu “1984” ün yazarı George Orwell’e gönderme yapsın sözlerinde ama biz hala “Namusu bacak arasında ararım-dişi sinek görsem bile laf atarım” minvalinde dolanan sözlerle tüketim toplumunu ve kapitalizm eleştirisi yapmaya çalışalım. Yarın “Tanga” diye bir grup çıkar onlarda “Ben her önüme gelen ile yatarım-Ama bir bilsen çok duygusalım” diye söz yazar ve bu geyik hiç durmaz. (Ha bu arada bekaret beyinde diyenlerin beyinlerini hatta beyinciklerini hatta omurilik soğanlarını sikmek istiyorum-Ramazandan sonra tabii) Valla burada ki trajikomik halden Chuck palahniuk için roman konusu çıkar. Fikir benden uygulama sizden daha ne deyim.







Nem= Bir-iki kliplerini gördüm ve resmen hayal kırıklığına uğradım. İkinci albümleri "kristalize" komple vasat bir albüm. Oysa ki siz gerçekten dünya standartlarında bir birinci albüm kayıt ettiniz. Bunda Hakan Kurşun’un payı çok fazlaydı ilk albümde. “Yarım Kalan Hayaller Yaşındayız” ya da “kırılana dek büküldüm” ya da “Siyah martılar” gibi şarkılar yazdıktan sonra ikinci albümlerinde hiçbir özgünlüğü olmayan üçüncü sınıf bir Brit albümü tandanslı şarkılarla üçüncü albümü umarım çıkarabilirler.



Suitcase= Adam akıllı bir albüm yok çok hızlı ya çok yavaş piyasaya çıkar. Mesela Michael Jackson’ın “Thriller” ı 8 hafta gibi kısa bir sürede kayıt edilip piyasaya çıkmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Tabii bunu ilginç bir örnek olarak verdim. Suitcase ile ilgili kritiğimi ayrıca yazacağım uygun bir zamanda. Ama onca yıl sahnede Brit rock’un en güzel şarkılarını çal ve icra et sonra içi ve dışı boş ikinci sınıf brit parçalarına öykün. Demek ki sahnede fazla pişmek beste üretimine aynı derecede olumlu etki vermeyebiliyor.


Aykut Kuşkaya= Ramazan ayında televizyonda çıkan ilahileri ve ilahimsilerden pek haz almayanlar için güzel bir albüm tavsiye edeceğim.Her ne kadar Hayko Cepkin’in bir Bektaşi nefesi yorumunu görüp afallasam da TRT’de çok daha güzel saz eserleri ve icraları karşıma çıktı bu sene. Hele bir program vardı TRT 1 ‘de çok süperdi ama ismini unuttum.Neyse biz Aykut’a dönelim. Aykut Kuşkaya’nın “Uyan Ey gözlerim” gerçekten çok güzel ve sade bir derleme albümü. Gafletten uyanmamıza vesile olması dileği ile.

Dahfer Youssef= Aykut Kuşkaya’yı light bulanlar ve az çok etnik müzik ve fusion ile ruhlarına gereken demi isteyenlere ileri seviye bir müzik olarak Dahfer Youssef’un 2001 yapımı “Electric Sufi” yi tavsiye edebilirim.

Anouar brahem= Eğer bir alternatif olarak dinlemek isterseniz Anouar brahem’in “barzakh” bence aşmış bir albümdür. İçsel yolculuklara birebirdir ve tavsiyemdir.

Ciwan Haco=Kürt Açılımının gündemine müzikal olarak yaklaşmayı denersek Ciwan Haco’nun “Biluramin” dinlenilmesi gereken kült albümlerden biri. “Hey hey” dinlenilmesine salık verdiğim parçalardan. Hele ki “nexta naze” var ki alır alır götürür ülkemin gidilmemiş köşelerine.


Önemli not: Kritiğini yaptığım son yedi müzisyen/grup hakkında ileride daha detaylı yazılar yazacağımdan dolayı kısa geçtim. Yoksa mesela Dahfer Youssef ya da Anouar brahem üzerinde kısa konuşulacak müzisyenler değil. Dünyaya mal olmuş besteciler. Sahurdan memuriyetin başlangıcına kadar yazmak hafif baygınlık verdiğinden kısa kestim. Hem aydın havası oldu hem de hava aydınlandı. Bir sonra ki kritikte/kritiklerde görüşmek üzere…